Genel

Annunakiler, Masal mı, Gerçek mi! İnsanlığın temelini oluşturduğu iddia edilen ırk

1851 de Sir Austen Henry Layard Musul kenti yakınlarında yürüttüğü kazılarda son Asur kıralı Asurbanipal’in kütüphanesini ve çok sayıdaki tarihi eseri ortaya çıkarmıştır.

Published

on

1872 yılında arkeoloji ve tarih ile ilgili araştırmalar yapan ingiliz George Smith Layard’ın ortaya çıkardığı kil tabletleri üzerinde çalışırken Özellikle Nuh tufanı olarak bilinen olayı tabletlerden okurken kutsal kitapta anlatılan bir olayın bağımsız bir kaynakta doğrulandığını gördü. Nuh tufanı, Gılgamış destanı, Babil kulesi olarak bilinen efsanelerin Sümer kil tabletlerinde ortaya çıkarılması ile tabletler üzerindeki araştırmalar daha da büyüyerek devam etti ve bununla ilgili çok sayıda araştırma gerçekleştirildi. Bu araştırmalardan üzerinde en çok tartışma yaratanı ise antik tarih, arkeoloji araştırmacısı Zecharia Sitchin’ nin çalışmalardır. Sitchin, Tanrı olarak bilinen insan üstü varlıkların eski dönemlerde gerçekten yaşamış olduklarını ve insanoğlunun varoluşunu etkileyen olaylar zincirinin baş aktörleri olduğunu iddia etmiş ve bu bulguların Sümer belgeleri tarafından desteklendiğini ileri sürmüştür.

Sitchin’e göre güneş sisteminde diğer gezegenlerin tersi istikametinde yol alan ve 3.600 yılda bir güneş sisteminin ortasından yani Mars ile Jüpiterin arasından geçen Nibiru adındaki gezegenden dünyaya gelen Anunnaki olarak adlandırılan insansı varlıklar kendi atmosferleri için gereksinim duydukları altın madeninin dünyada bolca olduğunu gördükten sonra altın çıkarmaya ve sevketmeye başlarlar. İlerleyen dönemlerde oldukça zahmetli olan bu altın çıkarma işinde yardımcı olacak ilkel işçileri genetik müdahele ile yaratırlar ve böylece ilk insanlar yeryüzünde yaşamaya başlarlar.

Sitchin, Sümer tabletlerinde Nibiru adlı bir gezegenin önceleri Mars ve Jüpiter arasındaki bir yörüngede olan Tiamat adı verilen gezegen ile çarpıştığını ve çarpışma sonrasında Tiamat’ tan kopan büyük parçanın dünyayı oluşturduğunu, kopan diğer parçaların güneş sistemine dağılarak astroid kuşağını meydana getirdiğini ve Tiamat’ ın en büyük uydusu olan Kingu’ nun dünyanın uydusu olan Ay olarak kalmış olduğunu belirten anlatımlara rastladığını belirtmiştir. Sitchin, Sümerlerin son 2 asırda keşfedilen gezegenler de dahil olmak üzere güneş sistemindeki tüm gezegenleri pozisyonları ve büyüklükleri ile biliyor olduklarını, uranüs’ü parlak yeşil, neptün’ü yeşilimsi mavi olarak tanımladıklarını ve gezegenlerin bu özelliklerinin modern teknoloji sayesinde ancak son birkaç onyılda doğrulanmış olduğunu ve Sümerlerin binlerce yıl önce sahip oldukları bu muazzam astronomi bilgilerini Anunnakilerden öğrendiklerini ileri sürmüştür. 1780’e kadar ve ondan önceki yüzyıllar boyu, insanlar güneş sisteminde 7 üye olduğuna inanmışlardı; Güneş, Ay, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn. Dünya bir gezegen olarak sayılmıyordu çünkü. Diğer gök cisimlerinin Dünya’nın etrafında döndüğüne inanılıyordu. Bugün Jüpiter ve Satürn’ün ötesinde güneş sistemine ait olan iki büyük (Uranüs ve Neptün) ve bir üçüncü küçük gezegenin (Plüton) olduğunu biliyoruz. Ancak bu bilgi oldukça yeni. Uranüs, gelişmiş teleskoplar sayesinde 1781’de keşfedilmişti. Onu elli yıl kadar izleyen araştırmacılar, yörüngesinin bir başka gezegenin etkisini gösteriyor olduğu sonucuna vardılar. Matematik hesaplamalar yardımıyla Neptün ise 1846’da tespit edildi. Ve, ondokuzuncu yüz yılın sonunda, Neptün’ün de bilinmeyen bir başka yerçekimi etkisine maruz kaldığı anlaşıldı. Güneş sistemimizde bir başka gezegen mi vardı yoksa? Bulmaca, 1930’da Plüton’un gözlenmesi ve yerinin saptanmasıyla çözüldü.

Sümerliler, ellerinde araç ve gereç olmasa da küresel bir astronomi ve geometrinin gerektirdiği gelişmiş astronomik ve matematik “know—how”a sahip miydiler? Dillerinin gösterdiğine göre, gerçekten de sahiptiler. Göklerin kavisi veya yayından söz ederken, DUB terimini —astronomide dünyanın 360 derecelik çevresi anlamına gelmektedir— kullanmaktaydılar. Astronomik ve matematik hesaplamaları için AN.UR çizdiler; bu da gök cisimlerinin doğuş ve batışlarını ona oranlayarak ölçebilecekleri hayali bir gök ufkuydu. Bu ufka dikey olarak bir dik çizgi uzattılar: NU.BU.SAR.DA; bunun yardımıyla referans noktasını elde ettiler ve buna AN.PA dediler. Boylam dediğimiz çizgileri çizdiler ve onları “derecelenmiş boyunduruk”, enlemleri ise “göklerin orta çizgileri” diye adlandırdılar. Örneğin, yaz gündönümünü işaret eden enleme AN.BİL (göklerin ateşli noktası) dediler. Zitchin 12. Gezegen adlı kitabında Sümer metinlerinden yola çıkarak bundan binlerce yıl önce Güneş sisteminde bir gezegenin daha bulunduğunu belirtiyor;”Metinlerde açık bir şekilde mulmul ul—şu 12 “Mulmul 12’den oluşan bir banttır” diye belirtilmektedir. Mulmul teriminin, “tüm gök cisimlerini içeren göksel yapı” olduğunu belirtmek üzere tekrarlanarak (MUL.MUL) güneş sistemini işaret ettiğini söyleyebiliriz.

Sümer uygarlığının aniden ortaya çıkması ve yine aniden ortadan kaybolması, aynı dönemde inşa edilmiş devasa yapılar, maymunlar ile homo sapiens arasındaki eksik evrim halkası ve son dönemde yapılan bazı bilimsel keşifler Sitchin’ in çalışmalarına ilgiyi artırmıştır. Nibiru’dan 450.000 yıl önce dünyamıza gelen Anunnakiler (Nefilim, Elohim) 300.000 yıl kadar önce gen mühendisliği sayesinde kendi genlerini dünyadaki hominid’ lerle karıştırarak ilk insanların ortaya çıkmalarını ve gelişmelerini sağlamışlardır. Dünyaya yapılan ilk seferin lideri aynı zamanda genetik çalışmalarını da yöneten EN.Kİ dir. Genetik mühendislik ve Adem´in nasıl üretildiği, Enki mitinde açıkça anlatılır, Enki´nin simgesi olan birbirine dolanmış iki yılan, günümüzün tıbbının da simgesidir ve aynı zamanda DNA´nın çift sarmalını da simgeler. Sümer Mitolojisinde Anunnaki, Dünya‘ya gelip tüm ırkları yaratan iyi ve kötü tanrıların ve tanrıçaların hepsini temsil eder. Sümer kayıtlarına göre, Nefilim erkeklerinin boyu, 3 – 5 metre idi.

Sitchin’ e göre 300.000 yıl önce Anunnakiler (Göklerden dünyaya gelen) tarafından genetik müdahele ile yaratılan ilkel işçilerin melez olmaları sebebiyle üreme yetenekleri bulunmamaktaydı ve klonlama için 7 tanrıça Anunnaki gönüllü olmasına rağmen yeterli sayıda işçi üretilmesi konusunda sıkıntı yaşanıyordu. Daha sonra ilk mükemmel insan Adamu yaratıldı, fakat dişilere hala üreme yeteneği kazandırılamamıştı. Adamu’ nun kaburga kemiğinden alınan özüt ile hazırlanan karışım Enki’ nin karısı Ninki’ nin rahmine yerleştirildi ve kadın anlamına gelen issha yaratıldı, Adamu kendisine bahşedilen karısına “yaşamın dişisi” anlamına gelen Chava adını verdi. Aden’ deki bahçede yaşam ağacına (ölümsüzlük ağacı) yaklaştıkları için bölgeden kovuldular ve dünya üzerinde dolaşmaya ve üremeye başladılar.

Arkeolog, tarihçi, antik diller uzmanı, sosyal bilimci Zecharia Sitchin’e göre Kutsal kitaplarda anlatılan olaylar dinsel bir öykü değil, gerçek tarih! Dünya Tarihleri/Zaman Çizelgesi” adlı kitabında şöyle diyor; “mitoloji bir hayal değildir, fakat eski hatıraların saklandığı bir hazinedir; Kutsal Kitaplar bilimsel ve tarihsel bir döküman olarak harfi harfine okunduğu takdirde, hayal edilenden daha eski ve büyük uygarlıklar varlıkları anlaşılacaktır. Uzak geçmişte, dünya başka canlılar tarafından kullanılmış bir yerdir; Mısır Piramitleri iniş alanlarının fenerleridirler, Sina Yarımadası 4.000 yıl önce tanrılar savaşında yok edilen özel bir üstür.”Tevrat ve İncil dinsel bir metin olarak değil, tarihsel/bilimsel bir döküman olarak okunmalıdır, antik büyük uygarlıkların kökeni dünyadışıdır. Kutsal kitaplardaki tüm mucizeler onların teknolojisinden başka birşey değildir. Sitchin, antik bilginin dünyaya Annunakiler tarafından getirildiği ileri sürerken, modern bilimin antik bilgiyle uyum sağlamaya başladığını ve devamı olduğunu söylemektedir. Tevrat´ın “Genesis” bölümünün 6. Bölümü´nde adları geçen ve Tufan´dan önce insanoğullarının kızlarıyla evlenen “Nefilimler”in Nibiru’dan geldiğini yazar. Gezegenin adının anlamı artı veya haç demekti. “Nefilim” sözcüğünün özgün anlamı, “Tanrının Oğulları ya da göklerden gelen Devler”dir. İbranice´deki “Nafal” sözcüğü de “Nefilim” yorumunu destekler gibidir ve “Düşüş/Düşenler” anlamındadır. İniş yeri veya irtibat merkezi Sina Dağı´dır. yani uzay üsleri Sina Dağı´ndaydı ve Kudüs´ün önemi bu yüzdendi. Tüm antik metinler, kutsal kitaplar, Eski Yunan ve Eski Mısır mitolojilerini içeren metinler, piramit yazmaları ilk uygarlık olan 6.000 sene öncelerde yaşayan Sümerlerle ilişkilidir. Diğer bir deyişle efsanelerin ve mitlerin kaynağı Sümerler’dir. Sümerliler “Bildiğimiz herşey bize Anunnaki tarafından öğretildi.” diyorlardı. Mezopotamya Yaradılış Miti, Tevrat´daki Yaratılış Bölümü´nün ilk satırlarıyla aynı anlamdadır ve burada Anunnaki ile ilgili bilgiler bulunmaktadır.

Kadim milletlerin yaratılış efsanelerinde göklerden gelenlerden, göklerden verilen hükümdarlıklardan sık sık söz edilir. Bunlara sembolik demiş, halk üstünde otorite ve üstünlük kurmak için uydurulmuş deyip geçmişiz. Bu bilgilerin herkese mal olamayışının sebebi budur. Tüm kadim halklar göklerden Dünya’ya inen ve istediklerinde göklere yükselebilen tanrılara inanmaktaydı. Ama bu hikâyelere hiçbir zaman inanılmadı, daha en başından itibaren bilginler tarafından mit olarak etiketlendiler. Yaklaşık 6000 yıl önce hiçbir öncesi olmaksızın Sümer uygarlığı anîden nasıl ortaya çıkıvermiştir? Bir biçimde, yaşam  buraya ait değildi. Eğer yaşam bir dizi kendiliğinden kimyasal tepkime yoluyla  başladı ise, Dünya üzerindeki yaşamın neden birçok şans eseri kaynak çokluğu değil de tek bir kaynağı vardı? Ve niçin Dünya üzerindeki canlı maddenin hepsi, Dünya’da bol bulunan kimyasal elementlerin çok azını ve gezegenimizde nadir bulunan kimyasal elementlerin pek çoğunu içermekteydi? Öyleyse, yaşam Dünya üzerine başka yerden mi getirilmişti? Yüz binlerce, hatta milyonlarca yıllık, acı verecek derecede yavaş seyreden insanın gelişiminden sonra her şeyi böylesine birdenbire ve tamamen değiştiren ve bir-iki- üç dokunuşta, yani M.Ö. 11.000, 7.400 ve 3.800’ler civarında, ilkel göçebe avcıları ve yiyecek toplayıcılarını, çiftçilere ve çömlekçilere, derken şehir kurucularına, mühendislere, matematikçilere, gökbilimcilere, metalürjistlere, tüccarlara, müzisyenlere, yargıçlara, doktorlara, yazarlara, kütüphanecilere, rahiplere dönüştürüveren şey neydi? Bu cevap, ortaya çıkartılan onbinlerce kadim Mezopotamya yazıtından  birinde şöyle özetleniyor: “Güzel görünen her neyse, tanrıların lütfuyla yaptık.”

Bu Gök ve Yer Tanrılarının başını AN (veya Babil/Asur metinlerinde Anu) çeker. O, Tanrıların Büyük Babası, Tanrıların Kralıdır. Anu’nun mekânı ve krallığının merkezi göklerdeydi. Kişisel öğüt veya iyiliğe ihtiyaç duyduklarında veya aralarındaki bir tartışmayı yola koymak için bir meclis olarak toplandıklarında veya büyük kararlar alacaklarında diğer Gök ve Yer tanrılarının gittiği yerdi burası.

Sümer panteonunun en güçlü ikinci ilâhı EN.LİL idi. Adı “havanın efendisi” anlamına geliyordu; daha sonraları kadim dünyanın panteonlarının başını çeken Fırtına Tanrılarının prototipive babasıydı. Anu’nun en büyük oğluydu, babasının Göksel Evinde doğmuştu. Ama en eski zamanlardaki bir noktada Dünya’ya inmişti, dolayısıyla başlıca Gök ve Yer tanrısıdır. Tanrılar Göksel Evdeki mecliste toplandıklarında, Enlil babasının yanında bu toplantılara katılırdı. Tanrılar Dünya’da meclis hâlinde toplandıklarında ise, ana tapınağının, E.KUR (“dağ gibi olan ev”)’un bulunduğu Enlil’e adanmış şehir olan, ilâhî bölge Nippur’daki Enlil’in sara yında biraraya gelirlerdi. Sümer inançlarına göre Enlil Dünya’ya, Dünya meskûn ve uygar olmazdan çok önce gelmiştir. Sümer metinleri ayrıca, Enlil’in Dünya’ya “kara başlı halk” (bu, Sümerlilerin insanoğlu için kullandığı lâkaptır) yaratılmadan önce geldiğini de belirtir. Tanrıların şefi oluşunun dışında, Enlil aynı zamanda Sümer Diyarının  ve “Kara Başlı Halkının ” en üstün Efendisi’dir.

Sümerliler Enlil’e hem korkudan hem de şükran duyduklarından hürmet ediyorlardı. Tanrılar Meclisinin kararlarının insanlığa karşı yürütülmesini temin eden oydu; saygısızlıkta bulunan şehirlere karşı silip süpüren “rüzgâr”ını üfüren oydu. Tufan sırasında, insanoğlunun imhasını amaçlayan oydu. Ama insanoğluyla barış hâlinde olduğunda iyilikler yapan dost bir tanrıydı. Enlil ayrıca insanoğluna hükmedecek olan kralları, hükümdarlar değil de ilâhî adalet kanunlarının uygulanması görevi kendisine teslim edilen, tanrı hizmetkârları olarak seçmekteydi. Gerçekten de Sümer, Akkad ve Babil kralları kendilerini öven yazıtlarına, Enlil’in kendilerini Krallığa nasıl çağırdığını anlatarak başlarlar. Gök ve Yerin Tanrısı, Anu’dan İlk doğan, Krallık Dağıtıcı, Tanrılar Meclisinin Baş İcracısı, Tanrıların ve İnsanların Babası, Tarımı Bahşeden, Havanın Efendisi; bunlar Enlil’in büyüklüğünüve güçlerini gösteren bazı atıflardır.

Sümer’in üçüncü Büyük Tanrısı, Anu’nun bir diğer oğludur; iki adı vardır: E.A  ve EN.Kİ. Erkek kardeşi Enlil gibi o da bir Gök ve Yer tanrısıdır; yani aslında göklerde olan ve Dünya’yainmiş olan bir ilâh. Ea (bu isim kelimenin tam anlamıyla “evsu” anlamına gelir), usta bir mühendistir; kanalların inşasını, nehirlerin bentlenmesini ve bataklıkların kurutulmasını plânlamış ve gözetmiştir. Ea, “Tuzlu Suların Efendisi” idi, yani denizlerin ve okyanusların. Sümer metinleri tekrar tekrar üç Büyük Tanrının âlemleri kendi aralarında bölüştükleri çok eski bir zamandan söz ederler. “Denizler Enki’ye verildi, Dünya Prensi’ne”, böylece Enki de “Apsu’nun (“Derinler”in) hükümdarlığını” aldı. Denizlerin Efendisi olarak Ea uzak diyarlara, özellikle de Sümer’e değerli metallerin ve yarı değerli taşların getirildiği yerlere yelken açan gemiler inşa etti.

Aralarında Ea’nın ta kendisi tarafından yazılmış gerçekten şaşırtıcı bir otobiyografi de bulunan Sümer metinlerine göre, Ea göklerde doğmuş ve Dünya üstünde herhangi bir yerleşim veya uygarlık olmazdan çok önce Dünya’ya inmiştir. “Ülkeye yaklaştığımda, çokça sel vardı” diye belirtir. Daha sonra ülkeyi yerleşilebilir hâle getirmek üzere kendi tarafından girişilen bir dizi faaliyeti anlatır: Dicle Nehri’ni taze, “yaşam veren sularla” doldurdu; Dicle ve Fırat’ta yol alınabilmesi için kanalların inşasına göz kulak olmak üzere bir tanrı atadı; bataklıkları temizledi ve onları balıklarla doldurdu, onları her türden kuş için bir barınak yaptı ve kullanışlı inşa malzemesi olan kamışların oralarda büyümesini sağladı. İlâhı, insanlığın en büyük koruyucusu, uygarlığı ortaya çıkaran tanrı olarak  betimleyen birçok metin, ayrıca onu tanrılar meclisinde insanoğlunun başkahramanı olarak da resmeder. İncil’deki tarifin kaynağı olması gereken Sümer ve Akkad Tufan metinleri, Ea’yı Tanrılar Meclisinin kararına karşı koyarak güvendiği bir takipçisinin (Mezopotamya “Nuh”u) felâketten kaçmasını sağlayan bir tanrı olarak betimler.Gerçekten de, (Eski Ahit gibi) bir tanrı veya tanrıların insanı şuurlu ve kasıtlı  bir fiil yoluyla yarattığı inancına bağlı olan Sümer ve Akkad metinleri, Ea’ya anahtar bir rol verirler: Tanrıların baş bilimcisi olarak, insanın yaratılacağı metodu ve işlemi belirleyen odur.

Tanrılara ve insanoğluna yaşam veren olarak Ninhursag’dan Ana Tanrıça diye söz edilir. Takma adı “Mammu”dur; bu, anne anlamına gelen İngilizce “mom” veya “mamma” kelimelerinin arasıdır.

Akkadca adı İştar olan tanrıça ‘nın da fiziksel mevcudiyeti ve varlığına dair sayısız yazıtlar, metinler, ilâhîler, kehanetler, dualar ve tarifler vardır. Romalılarca Venüs, Yunanlılarca Afrodit, Kenanlılar ve İbranilerce Astarte, Asurlular ve Babilliler ve Hititler ve diğer kadim halklarca İştar veya Eşdar, Akkad ve Sümerlilerce İnanna veya İnnin veya Ninni diye bilinen ve diğer birçok lâkabı ve sıfatı olan İnanna tüm zamanların Savaş Tanrıçası ve Aşk Tanrıçasıydı; hiddetli, güzel bir dişiydi.

Anu, Enlil ve Enki’nin oğullarının ve onların çocuklarının hanedanlık silsilesindeki konumları, özgün bir Sümer aracıyla netleşir: belirli tanrılara sayısal rütbe atfetme. Bu sistemin keşfi, Sümer uygarlığı çiçek açtığında Gök ve Yerin Tanrılarının Büyük Meclisindeki üyeleri de ortaya çıkarır. Bu Üstün Panteonun on iki ilâhtan oluştuğunu görürüz.  Sümer altılı sistemindeki en yüksek birim olan 60 Anu’ya atfedilmişti; Enlil 50 “idi”, Enki 40 ve Adad 10. 10 sayısı ve onun 60 aslî sayısı içindeki katları, eril ilâhlara atfedilmişti.

Sümer’de daha birçok tanrı vardır; Büyük Tanrıların çocukları, torunları, yeğenleri ve kuzenleri; ayrıca “genel görevlere” atanmış (denilebilecek) Anunnakiler adıyla anılan birkaç yüz tanrı daha vardır. Ama sadece on ikisi Büyük Grubu oluşturur.

Sümer metinleri tanrıların Dünya’ya gelişinin o ilk dönemlerinde, bir güçler ayrılığı üzerinde anlaşıldığını bildirmektedir: Anu göklerde oturacak ve On İkinci Gezegene hükmedecek; Enlil toprakları kumanda edecek ve Enki de AB.ZU’dan sorumlu olacaktı. E.A adının “sulak” anlamına gelişinin yönlendirmesiyle, bilginler AB.ZU’yu “sulak derin” olarak çevirdiler; Grek mitolojisinde olduğu gibi Enlil’in fırtınalar yaratan Zeus’u temsil ettiğini, Ea’nın da Okyanuslar tanrısı Poseydon’un prototipi olduğunu varsaymışlardı.

Kadim metinlerde altın ve diğer metallere yapılan yaygın göndermeler, daha ilk zamanlardan itibaren metalürjiye olan aşinalığı önermektedir. Metinlerin belirttiği gibi, insanoğlunun ortaya çıkışından çok önce madencilik ve metalürjiyle uğraşan tanrılar tarafından insanoğluna bahşedilen bilginin sonucu olarak, uygarlığın daha en başında canlı bir metal ticareti mevcuttu. Güney Afrika’da “yeni keşfedilen” maden bölgeleriyle ilgili araştırmalar çarpıcı bilgiler sağladı.  Optima dergisinde bulgularını bildiren Adrian Boshier ve Peter Beaumont, kadim ve tarih öncesi madencilik faaliyetleri ve insan kalıntıları içeren katman üstüne katmana rastladıklarını anlatıyorlar. Yale Üniversitesi ve Hollanda’daki Groningen karbon tarihlen dirme testleri, eşyaların yaşını akıl alır bir M.Ö. 2000 ile akıl almaz bir M.Ö. 7690 arasında saptamıştır.

Bulguların beklenmedik eskiliğinden dolayı meraklanan ekip araştırma sahalarını genişletti. Kömür kalıntıları, mağara içindeki madencilik faaliyetinin yaşını M.Ö. 20.000 ile 26.000 arasında gösterdi. Metalleri çıkarmak için madencilik yapmak, Eski Taş Devri sırasında mümkün müydü? Şaşkınlık içindeki bilginler, kadim madencilerin çalışmalarına başladığı yer olduğu anlaşılan bir noktada bir şaft kazdılar. Orada bulunan bir kömür örneği, Groningen laboratuvarına gönderildi. Sonuç, aşağı yukarı 1.600 yıl fark edebilecek bir M.Ö. 41.250 idi!

Güney Afrikalı bilim adamları daha sonra güney Swaziland’daki tarih öncesi maden alanlarını incelediler. Açılmamış maden mağaraları içinde dallar, yapraklar ve otlar, hatta kuş tüyleri buldular; hepsi de, muhtemelen, kadim madenciler tarafından yatak olarak kullanılmak üzere getirilmişti. M.Ö. 35.000 seviyesinde, “insanın o uzak devirde sayı sayma yeteneğine sahip olduğunu belirten” üstüne çentik atılmış kemikler buldular. Diğer kalıntılar, eşyaların yaşının M.Ö. 50.000 civarına kadar ilerletti. Bu keşifleri yorumlayan, Londra’daki Doğa Tarihi Müzesi’nin eski başantropoloğu Dr. Kenneth Oakley bu bulguları çok farklı bir bakımdan önemsiyordu. Bu, insanoğlunun kökenine önemli bir ışık tutmaktadır… artık güney Afrika’nın, insanoğlunun evrimsel yuvası olması mümkündür; yani Homo sapiens’in “doğum yeri”.

Sümer kaynaklarına göre 450.000 yıl önce Niburudan Dünya’ya gelen Anunnakiler altın arıyorlardı. İlk iniş grubu elli Anunnakiden oluşmaktaydı. Umman Denizinde iniş yaptılar ve Basra Körfezine doğru yol alıp orada ilk Dünya istasyonu olan ERİDU’yu kurdular. Komutanları, E.A (ENKİ) idi. Amaçları deniz suyundan altın elde etmekti ama bu konuda başarı elde edilemedi. Diğer seçenek güneydoğu Afrika’daki cevherleri çıkartmaktı. Rafine edilen altın külçeleri daha sonra Dünya yörüngesinde dolaşan mekik aracına gönderilecekti. Külçeler orada, Ana Gemi’nin periyodik gelişini bekleyeceklerdi. Bu amaçla sayıları 600’e varan daha fazla sayıda Anunnaki Dünya’ya indi; diğer 300’ü Mekik aracında ve yörünge istasyonunda hizmet vermekteydi. Dünya üzerindeki bu girişimin komutanı ise ENLİL idi.

Dünya üstünde binyıllar geçtikçe Anunnakiler şikâyet etmeye başladı. Madenlerde zorluklar içinde çalışan Anunnaki şikâyetlerini ENKİ’ye ilettiler. Bir gün, bir teftiş için Enlil madenlere geldiğinde isyan başladı. Anunnakiler madenleri terk ettiler.  O zaman, Enki bir çözüm önerdi. Güneydoğu Afrika’da bir yaratık yaşıyordu. Dünya üstünde evrimleşmiş ama niburudaki Anunnakilerin ulaştığı evrimsel düzeyin çok daha gerilerinde olan maymun adam ve maymun kadından söz etti. Ancak fiziğinin değişmesi gerekiyordu; Anunnakilerin araçlarını kavrayabilmeli ve kullanabilmeli, onlar gibi yürümeli ve eğilebilmeliydi ki tarlalarda ve madenlerde Anunnakilerin yerini alabilsin.Daha akıllı olmalıydı; Anunnakiler kadar değil ama konuşmayı ve emirleri ve kendisine verilen görevleri anlayacak kadar. İtaatkâr ve yararlı bir amelu olmak için yeterince zekâya ve anlayışa ihtiyacı vardı. Dünya üstündeki çeşitli yaşam biçimlerini inceleyen Enki, ne olduğunu anlamakta gecikmedi. Göksel çarpışma sırasında, kendi gezegenleri Dünya’yı yaşam ile tohumlamıştı. Dolayısıyla, ellerinin altında olan varlık, aslında kendileriyle akrabaydı, tabi daha az evrimleşmiş bir biçimde. Yapılan tartışmalardan sonra Enki’ye izin verildi: “Bir Lulu yarat”, bir ilkel işçi, “Anunnaki’nin boyunduruğunu o taksın” dendi ona. Bir lulu, bir “İlkel İşçi” yaratalım!/Doğum Tanrıçası hazır buradayken/ bir İlkel İşçi yaratsın/Boyunduruğu o taksın/Tanrıların işini o yapsın! Bu öneri oy birliğiyle kabul edildi: “Adı’ İnsan’ olacak.” dediler. Sümerce kaynaklarda, insanı yaratma kararı Anunnakiler tarafından bir mecliste alınmıştır. Tekvin Kitabı, “Tanrı”yı belirtmek için çoğul Elohim (ilâhlar) kelimesini kullanır ve şu ifadeye yer verir: Ve Elohim dedi: “Suretimizde, benzeyişimize göre İnsan yapalım.”

Enki şöyle der: “Saflaştırıcı bir banyo hazırlayacağım/Bir tanrı, kanını akıtsın/ Onun etinden ve kanından/ Ninti kili karıştırsın.” Baş tıp subayı Ninhursag ona yardım edecekti. Maymun kadının yumurtasını çıkartan Enki ve Ninhursag, bu yumurtayı genç bir Anunnakinin spermiyle döllediler. Daha sonra döllenen yumurtayı Anunnakinin rahmine yerleştirdiler. Sonunda, başarıldı ve Ninhursag neşeyle bağırdı: “Yarattım! Onu ellerimle yaptım!” Herkes görsün diye ilk Homo sapiens’i havaya kaldırdı.

“Tanrılar İnsanlar Gibi” adlı metin, amacı bir tanrının “kanı”nın niçin “kil”e karıştırılması gerektiğini açıklamak olan bir pasaj içermektedir. Gereken “ilâhî” unsur, sadece bir tanrının damlayan kanı değildi, çok daha temel ve kalıcı olan bir şeydi. Seçilen tanrının TE.E.MA’sı olduğu söylenir; önde gelen otoritelerin metin üstünde “kişilik” diye tercüme ettiği bir kelimedir bu. Ama kadim terim çok daha spesifiktir; “hafızayı yerinde tutanı barındıran” anlamına gelir. Dahası, aynı terim Akkadca versiyonda “ruh” olarak çevrilen etemu olarak yer alır. Her iki durumda da konu, tanrının kanında kişiliğini saklayan “bir şey”dir. Tüm bunlar, tanrının kanını bir dizi “saflaştırma banyosu”ndan geçiren Ea’nın peşinde olduğu şeyin, o tanrının genleri olduğunu söylemenin dolaylı bir yoludur. Yalnızca belirli bir “biliş” ve ilâhî bir ömür süresi eksiği olan Adam, diğer her açıdan yaratıcısının suretinde (selem) ve benzeyişinde (dmut) yaratılmıştı. Metinde her iki terimin birden kullanılması, İnsanın Tanrılara hem fiziksel hem de duygusal olarak, yani dışsal ve içsel olarak benzediği yolunda hiçbir şüpheye yer bırakmamaktadır. “Kil içinde, tanrı ve İnsan bağlanacak/biraraya getirilmiş bir birlik içinde/öyle ki son günlere kadar/bir tanrıda olgunlaşan Et ve Can/o Can bir kan bağında bağlanacak;/onun İşaretini yaşam ilan edecek/ki bu unutulmasın,/Can” bir kan bağında bağlansın”. Metin, tanrının kanının, tanrı ve insanın genetik olarak “son günlere kadar” bağlanması için kile karıştırıldığını belirtir; böylece tanrıların hem eti (suret) hem de canı (benzeyiş) insan üstüne asla koparılamayacak bir kan bağı ile basılacaktı.

Sümer metinleri Anunnaki Dünya’ya ilk kez geldiğinde tahıl ekme, meyve ağacı dikme ve davar gütme sanatlarının henüz Dünya’ya yayılmadığını belirtir. Tekvin Kitabı şöyle der: “Ve henüz yerde bir kır fidanı yoktu, ve bir kır otu henüz bitmemişti… Ve toprağı işlemek için adam yoktu.”

Zecharia Sitchin’e göre Homo cinsinin hominid’i, evrimin bir ürünüydü. Ama Homo sapiens (modern İnsan) ani bir olayın ürünüdür. Açıklanamaz biçimde 300.000 yıl önce, milyonlarca yıl erken ortaya çıkmıştır. Homo sapiens Anunnakiler tarafından ortaya çıkartıldı. Anunnaki, insanı yoktan “var etmemiştir”, var olan bir yaratığı almışlar ve “tanrıların suretini tutturmak” üzere üstünde oynamışlardır. Eğer Anunnakilerin müdahelesi olmasaydı, modern insan evrim ağacında hâlâ milyonlarca yıl uzakta olacaktı.

Ancak her melez gibi insan da kendi başına üreyemiyordu. Daha çok ilkel işçi elde etmek için, maymun kadınların yumurtaları çıkartıldı, döllendi ve “doğum tanrıçaları”nın rahimlerine; her seferinde on dört tane, yedi erkek yedi dişi doğacak şekilde yerleştirildi. İnsanlar güneydoğu Afrika’daki maden işlerini devralmaya başladıkça, Mezopotamya’da zorluk içinde çalışan Anunnakiler de ilkel işçilerden istiyorlardı. Enki’nin itirazlarına rağmen Enlil, zorla bazı insanları aldı ve onları E.DİN’e getirdi. Bu olay İncil’de şöyle anlatılır: “Ve Rab adamı aldı, baksın ve onu korusun diye Aden’deki bahçeye koydu.”

Enki, Eridu’daki biyoloji laboratuvarlarında yaşam, üreme ve ölümle ilgili sırlar üzerinde uğraşıyordu. Melezler üzerine daha ileri genetik deneyler yapan Enki, sonunda “mükemmel model” bir dünyalı ortaya çıkardı. Enki’nin ona verdiği isimle Adapa daha yüksek zekalıydı; o çok önemli olan üreme yeteneğini kazanmıştı ama Anunnakilerin uzun ömrünü elde edememişti.

Enlil, Enki’nin ne yaptığını öğrendiğinde oldukça öfkelendi. İnsanın asla Anunnakiler gibi üreyebilmesi amaçlanmamıştı. Sonra ne olacaktı: Enki, insan için bir de ebedi bir ömür mü sağlayacaktı? Bundan sonra, insanlar üreyip çoğaldı, insanlar artık sadece madenlerde çalışan ya da tarlaları süren köleler değillerdi . Bütün işleri yapıyorlardı; tanrıları için evler (tapınak) kuruyorlardı, onlar için nasıl yemek pişirileceğini, dans edileceğini ve müzik çalınacağını da hızla öğrendiler. Genç Anunnakilerin insan kızlarıyla cinsel ilişkiye girmeye başlaması çok sürmedi. Hepsi de aynı ilk Yaşam Tohumundan olduklarından ve insan Anunnaki’nin genetik “özü”nden yaratılan bir melez olduğundan dolayı, erkek Anunnakiler ve dünyalı dişiler biyolojik bakımdan uygun olduklarını gördüler ve onlardan çocuk doğurdular. Tevrat yaradılış bölümünde şöyle yazar: “Ve vaki oldu ki, toprağın yüzü üzerinde adamlar çoğalmaya başladı ve onların kızları doğduğu zaman, Tanrı Oğulları, adam kızlarının güzel olduklarını gördüler ve bütün seçtiklerinden kendilerine karılar aldılar”.

Enlil tüm bu olup bitenleri büyük bir endişeyle izliyordu. Dünya’ya geliş nedenleri, görev duygusu, göreve bağlılık; hepsi yokolup gitmişti. Anunnaki’nin gittikçe yozlaşan ahlaki değerlerine son vermek için doğa Enlil’e bir şans verdi. Dünya yeni bir buzul çağına giriyordu ve iklimi değişiyordu. Ürün alınmıyordu ve kıtlık yayılmaya başladı. İnsanlık büyük ıstıraplar çekmeye başladı; Enlil’in dayatmasıyla, tanrılar insanoğluna yardım etmekten kaçınmaktaydılar: Bırakın açlıktan ölsünler, bırakın ortadan kalksınlar, demişti Enlil. Ama daha da önemlisi büyük bir tufan yaklaşıyordu. Tufan’ın öncesinde Anunnakiler toplanır ve insanoğlunun ortadan kaldırılması yönünde oy kullanırlar. Oylama ve karar gizli tutulur. Yaklaşan felaketin insanlardan saklanması için yemin edilir. Ve zaten Enlil ne demişti: “Bırakın yok olsunlar, dünyalıların tohumu dünya yüzünden silinsin gitsin.” İnsanoğlunun çektiği sıkıntılar arttıkça Zİ.U.SUD.RA, Ea’dan yardım istedi. Kendi başına harekete geçen ama yemin ettiğini de aklından çıkarmayan Ea, Ziusudra’da insanoğlunu kurtarma şansını görmüştü. Ziusudra’nın dua etmek ve yalvarmak için tapınağa bir sonraki gelişinde, Ea bir perdenin arkasından fısıldamaya başladı. Sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi yapan Ea, Ziusudra’ya acil talimatlar verdi: “Evini yık, bir gemi yap/Malı mülkü bırak, canını kurtar/Mallarını düşünme, hayatını kurtar/Gemiye tüm canlı şeylerin tohumunu yükle.” Bu olayın Atra-Hasis versiyonunda ise şöyle yazar: “Talimatıma dikkat kesil/Tüm yerleşimlerin, şehirlerin üstünü/bir fırtına silip süpürecek. İnsanoğlunun tohumunun mahvı olacak/Bu son karardır/tanrılar Meclisinin sözü/Anu, Enlil ve Ninhursag’ca söylenen söz.”

Gemi suya batabilen bir kap gibi, suyun çağlayan gibi akışına dayanabilecek bir “denizaltı” olacaktı. Ea ayrıca Ziusudra’ya bir kılavuz sağladı, gemiyi “Kurtuluş Dağı”na doğru yönlendirmesi talimatını verdi: Akkadca metin, gemiyi anlatırken Enki’den alıntılar yapar; “üstü ve altı kapalı”,”sert katran” ile su geçirmeyecek biçimde mühürlenmiş. Güverte olmayacaktı,açıklık olmayacaktı ki “güneş onun içini görmesin.”

Anunnakiler için Tufan ani bir olay değildi; gelişini saptamışlardı. İnsanoğlunu ortadan kaldırma planları, Anunnakiler tarafından oynanan aktif değil pasif bir role dayanmaktaydı. Onlar Tufana neden olmamışlardı; sadece tufanın gelişini insanlardan saklamışlardı.

Tufan sonunda geldi. Tufanın öncesinde Anunnakiler mekik araçlarına bindiler ve sular çekilene kadar Dünya yörüngesinde kaldılar. Felaketi Dünya yörüngesindeki araçlarından seyreden Anunnakiler, Dünya’yı ve insanoğlunu ne kadar çok sevmiş olduklarını fark ettiler. “Ninhursag ağladı… tanrılar onunla birlikte diyar için ağladılar… Anunnaki, hepsi suskun, oturup ağladılar…” mekik araçlarının içinde, üşüyerek ve aç, birbirlerine sarıldılar.

Sular çekildiğinde ve Anunnaki inmeye başladığında, insanoğlunun tohumunun kurtulduğunu gördüklerine sevindiler. Ama Enlil öfke içindeydi. Oğlu Ninurta Enki’yi suçladı. “Ea’dan başka kim plân yapabilir?” Enki, “Tanrıların sırrını açığa vuran ben değildim”; sadece tek bir insanın, “son derece akıllı” olan bir insanın kendi bilgeliği ile tanrıların sırrının ne olduğunu algılamasına izin verdim. Ve eğer bu Dünyalı gerçekten de bu kadar akıllı ise, onun yeteneklerini görmezden gelemezdim” dedi Enki Enlil’e. Eğer Dünya’ya yeniden yerleşeceklerse, insanoğlunun sağlayacağı hizmetlerden vazgeçilemezdi.

Korkmuş, bitkin ve aç Anunnakiler insanoğlunun ve hayvanların tamamen yok olmadıklarını gördüklerinde açıkça rahatlamışlardı. Hedeflerinin kısmen bozulduğunu keşfettiğinde ilk başta öfkelenen Enlil bile kısa sürede fikrini değiştirmişti. İnsanlıkla hızla barışma kararındaki bir diğer unsur; tufanın gittikçe azalması, kuru toprakların ve üstündeki bitkilerin ortaya çıkışı olabilirdi. Tufan Anunnakiler için de öylesine nadir bir deneyimdi ki, Dünya’nın üstünde sonsuza dek yaşanamayacağından korkmuşlardı. Ancak durumun böyle olmadığını görmüşlerdi. Dünya hâlâ yaşanabilir hâldeydi; ve onun üstünde yaşamak için insana ihtiyaçları vardı.

Kendi zorlu şartlarıyla yüzleşen Anunnakiler,insan hakkındaki çekincelerini bir kenara bırakıp kolları sıvadılar ve insanoğluna tahıl ve hayvan yetiştirme bilgisini vermek için hiç zaman kaybetmediler. Hayatta kalmak, şüphesiz, Nefilimleri ve hızla çoğalan insanoğlunu yaşatmak için tarımın ve hayvanları evcilleştirmenin hızına dayanıyor olduğundan, Anunnakiler ileri bilimsel bilgilerini, önlerindeki göreve uyguladılar.


You must be logged in to post a comment Login

Leave a Reply

Yanıtı iptal et

Trending

Exit mobile version